20 Mart 2016 Pazar

ŞEHİT MUHTEREM YAĞBASAN’IN ARDINDAN

ŞEHİT MUHTEREM YAĞBASAN’IN ARDINDAN
SUSMAK İSTİYORUM
                İçim sızlıyor vallahi. Kalemim donuyor. Yüreğim yanıyor. Defalarca oturuyorum bilgisayarımın başına… Defalarca yazı yazmak istiyorum. Şehidin ardından ne yazılır diye büyüklüğü karşısında boğulup kalıyorum. Bu kadar mı zormuş bir şehidin arkasından yazı yazmak. Bu kadar mı zormuş yüreğinin bir parçasını insanlarla paylaşmak. Şahadet şerbetini içen kişi çocukluğundan beri tanıdığınız bir kişi ise kalem dile gelir mi? Kalem susar. Yürek susar. Ama yazmak zorundasınız. Kelimelerinizin içinizdeki kopan fırtınaları anlatmaya yetersiz olduğunu bilseniz de yazmak zorundasınız.
                Gözlerinin önüne, minicik elleri ile ellerime sarılan, kara gözleri ile gözlerime bakan çocuk Muhterem YAĞBASAN geliyor. Sonra o çocuk büyüyor. Delikanlı oluyor. Zor şartlarda bir çocukluk ve gençlik dönemi geçiriyor.  Aile köyden gelmiş. Baba iki evli... Gecekondu bile denemeyecek bir evde hayatlarını sürdürüyor. Ve siz yıllarca her gün üç öğün o evin yanından geçiyorsunuz. Çocukların sokaklarda oynadıklarını görüyorsunuz. Okula gittiklerini, ellerinde bezden yapılmış çantalarla istikbale hazırlandıklarını görüyorsunuz.
                Lise yıllarında bıyıkları terlemeye başlamış, delikanlılık çağının en delisinde bile sizi gördüğünde düğmelerini ilikleyen, gözlerinize bakıp saygıda kusur etmeyen ve bir gün alnının teri, elinin tozu ellerinize sarılarak “Hocam ben uzman çavuşluğu kazandım. Tayinim Şırnak’a çıktı. Hakkını helal et” derken gözlerindeki mutluluğa şahit olmanızın ne anlama geldiğini bilir misiniz? Düğümleniyorum işte burada. Muhterem’i ben böyle yollamıştım. Giderken arkasından bakıp; “Allah esirgesin. Dağ gibi delikanlı…” Diye düşünmüştüm. Nereden bilecektim bir gün şahadet haberi ile beynimden vurulmuşa döneceğimi. “Gitme” der miydim acaba? Ellerine sarılıp, gözlerinden öpüp “Gitme” der miydim acaba?
Demezdim. Eminim demezdim. Öz oğlumun şehit olacağını bilsem, vatan için, bayrak için, Allah için kutsal bir göreve talip olduğunu görsem yine de “gitme” demezdim.
Kendimi hep Fatma Annenin yerine kodum. Hep onun gibi düşünmeye çalıştım. Onun oğlunun yerinde kendi oğlumu düşündüm. Ne büyük bir imtihan Ya Rabbi! Ben Fatma ana kadar metin olabilir miydim bilmiyorum.
Şahadet haberini duyup evine gittiğimde kalabalık arasında beni seçen Fatma ananın gözlerime bakarak “Hocam! Muhteremimi şehit verdik. Kınalı kuzumu şehit verdik hocam!” sözleri ile gözyaşlarıma engel olamadım. Bir ana feryat ediyordu karşımda. Kardeşi Fatih boynuma sarılıyordu. “Vatan sağ olsun hocam” diyordu. Abla Sultan ellerimi sıkı sıkı tutmuş, boncuk boncuk ağlıyordu.
Gelin de sizin yüreğiniz dayansın şimdi buna. Gelin de yazı yazın. Gelin de isyanlarınız tavan yapmasın. Gelin de gözyaşlarınıza engel olun. Gelin de içiniz kan ağlamasın. Gelin de “biz bu vatanı hala kurtaramadık mı?” diye düşünmeyin. Savaşsa savaşı bilme hakkımız yok mu? Biz her gün şehit cenazesi mi kaldıracağız. İki günde 10 şehit. Bu ne ya? Bu ne Allah aşkına?
Susmak istiyorum. Lütfen beni bağışlayın. Susmak istiyorum.

Şehidim Mekânın Cennet Olsun.

ŞEHİT MEHMET DOĞAN’IN ARDINDAN

ŞEHİT MEHMET DOĞAN’IN ARDINDAN
Hiç bu kadar sessiz olmamıştı Adana…
Tarihler 7 Ocak 2013’ü gösteriyordu. Gecenin karanlığında saatler 21.00 ‘i karşılarken Hakkâri ili Çukurca ilçesi Karataş Jandarma Sınır Karakolu’na tahmini 110 kişilik PKK terör örgütü canileri bir saldırı düzenledi. Kimimiz o saatlerde derin uykuda, kimimiz televizyon ekranlarında, kimimiz eğlence salonlarında, kimimiz de ayaklarımızı uzatmış sıcak sobalarımızın başında keyiften bir dakika çalıyorduk.
Kurşun sesleri gecenin karanlığını yardı. Gecenin kar beyazı sessizliğine inat, karanlık düşüncelerin ellerindeki silahlardan çıkan kahpe kurşunlar taze bedenler aradı. Mevsim kış, hava karanlık, kar diz boyu... Gençlerin gökyüzünde hilali seyredip, yıldızlara hayal kuracağı bir yaşta sıcak bedenler soğuk mermilerle tanıştı.  Kim bilir o saatlerde kana doymayan hain düşünceler yeni hangi planları kuruyordu. Bir de adına “KARDEŞLİK” demeleri yok mu? İşte en çok da adamı o yaralıyor. “Böyle kardeşlik mi olur?” diyesin geliyor. Kardeş kardeşin canına, malına, ırzına ihanet eder mi? Ne zaman bir kardeşlik türküsü dinlemeye başlayacak olsak, bir de bakmışız yüreğimizin orta yerine bir kahpe kurşun saplanıveriyor. Bir de “bu kan durdurulsun!” diye nutuk atanların ikiyüzlü yaklaşımları değil midir ki kardeşliğe en ağır darbeyi vuran?
Anlamıyorum. Beynimin zonkladığını hissediyorum. Yıllardır bin bir çabayla yazdığım Genco Çavuş hikâyelerinin efsununda kendi nefsimi sınav ederken ve o kahramanlığın ihtişamında kendi benliğimi bulurken; Televizyon ekranlarında seyrettiğim, ikiyüzlü canavarların, timsah gözyaşı döken neidüğü belirsiz kösele suratlı mahlûkların, suratsız suratlarına içimden geldiği gibi kusmak istiyorum.
Tarihler 9 Ocak 2013’ü gösterirken Adana Merkez Sabancı camiinde toplanan binler sukutu kendilerine rehber edindiler. Musalla taşında Al Bayrak’a sarılı tabutun içinde bir şehit vardı. Sanki Şehit Mehmet Doğan’a Akif yıllar önce sesleniyordu:
“Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.”
Başlar dik, diller suskun, yürekler kan ağlıyordu. Adana hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Ben dillerin susup, gözlerin bu denli konuştuğuna hiç şahit olmamıştım. Çok şehit cenazesi kaldırdım. Tabutuna sarılıp ağladıklarımda oldu, sağ yumruğumu havaya kaldırıp “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye haykırdığım da… Ya kabullen işlikti bu suskunluk, ya da öfkenin başlama noktasıydı.
Babam derdi ki; “ Ey oğul, sessiz atın tekmesi sert olur.”
Bir sessizlik hissediyorum. Fırtına öncesi sessizlik gibi bir şey…
Mehmet’imiz toprağa verilirken; bir iki hıçkırık sesi, imamın Kuran-ı Kerim okuması ve birkaç mermi sesinden başka bir ses duymadım.

Adana hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Ve bir de iliklere kurşun gibi soğuk işliyordu. Mehmet’im aguşunu açmış peygamberine kavuşurken. 11.1.2013/ADANA

OY DAĞLAR OY!

OY DAĞLAR OY!
Sosyal medyada bir hanım kardeşimiz, “Abi, 38 yaşındayım. 68 yaşında gibiyim… Ne deyim!”diye yazdı.
Dertliydi. Belki de derdini anlatacak bir insan arıyordu.
Sosyal medyada özel mesajlara uzun cevaplar verme alışkanlığım hiç olmadı. Nedense sosyal medyada uzun uzun sohbet etmeyi hiç sevemedim. Eksiklikse bu benim eksikliğimdir. Aslında kimsenin cümlesi yarım kalsın istemem.  Ancak, karşımdaki bir hayale konuşmak da hiç içime sinmiyor. Onun için de kısa kesiyorum.  Bu kardeşime de bir iki kısa cümle ile cevap verdim. Belki de kısa cevaplar verdiğim için bana gönül koymuştur.
 Hakkını helal etsin!
Hanım kardeşimizin yazdığı cümleler beni derinden etkiledi. Allah kısmet ederse bir gün kendisini uzun uzadıya dinlemek isterim. Zaten bu isteğimi de kendisine yazdım. Ne zaman olur, onu da Allah bilir! O kadar çok ertelediklerimiz var ki, ihmal sanki ayaklarımıza takılmış birer pranga gibidir.  Engel olur da, olur işte…
Neyse!
Kardeşimizi tanımıyorum. Eminim ki kendisi de beni hiç görmemiştir. Öyle anlaşılıyor ki, yazdığım yazıları okuyor, okudukça beni kendisine yakın buluyordu.
Bir öğrencim şehit olmuştu. Ben de öğrencim ile ilgili bir yazı yazmıştım. Her şehit haberinde benim zaten yüreğim kanar. Duygularımı içime gömmeye çalışırım. Ama bazen öyle olur ki yüreğim kabardıkça kabarır. Hatta taşar… Öyle anlardan bir andı. Kendi bölgemdeki şehitlerle ilgili küçük bir çalışma yapıyordum. Dalgınlıkla bir şehidimizin fotoğrafını iki defa kullanmış ve sosyal medyada yayınlamıştım.
Hanım kardeşimiz bu hatamı görmüş ve beni uyardı. Onun uyarısı ile ben de hatamı gördüm. Hemen düzelttim. Kendisine de uyarısından dolayı teşekkür ettim.
Kendisi;
“Önemli değil abi, sonuçta hepsi bizim kardeşimiz!”dedi.
Ve arkasından hem kardeşinin hem de nişanlısının şehit olduklarını yazdı!
İçim “cız” etti bir anda!
Dile kolay, kardeşini ve nişanlısını toprağa verdi demek. Ama yüreğe kolay mı?
İnsanın bağrına bir hançer saplanıyor. Ne kelimelerin anlamı kalıyor, ne de cümlelerin… Ama anlatmak zorunda kalıyorsunuz işte! Duyguları anlatamasak da olayı anlatıyoruz işte…
1987 yılında kardeşi Şırnak’ta askerlik görevini yaparken terör örgütü ile karşılıklı çatışmaya girmişler. Bir kahpe kurşunun kahramanca hedefi olmuş. Böldürmemek için bu vatanı şehit olmuş.   Henüz yirmi bir yaşındaymış. Şehit ateşi evlerine düştüğünde kendisi genç kızlığa yeni adım atıyormuş. Kardeş acısı yüreğini bir köz gibi kavurmuş. Ne çocukluğunun ne de gençliğinin anlamını kavramadan komşu köyün delikanlılarından biri ile nişanlanmış! Nişanlısı ile düğün yapmadan nikâh yapmışlar. Ancak bir türlü evlenememişler. Nişanlısı Uzman Çavuş olmuş. Terör bölgesine Hakkâri’ye Uzman Çavuş olarak göreve gitmiş. Evlilik hayalleri uzadıkça uzamış.
Günlerden bir gün nişanlısı izne gelmiş. İzni bitip gitmeden önce yakınlarına:
“Gidip de gelmemek var. Şehit olursam benim cenazemi kaynımın yanına gömün!”demiş.
Sanki şahadeti içine doğmuş. O da Hakkâri ili, Çukurca ilçesi, Dersinki mevkiinde araziye gömülen bir mayının patlaması sonucu şahadet mertebesine ulaşmış. Onu da getirmişler! Kaynının yanına koyun koyuna defnetmişler.
Daha doğrusu ettiler. Gözler yaşlıydı. Feryatlar yürekleri dağlıyordu. Yeni ateş eski ateşi de alevlendiriyordu. İki yiğit vatan toprağında yan yana yatıyordu. Biri yirmi birinde, diğeri yirmi yedi yaşında… On yıl ara ile komşu köyün iki delikanlısı bir kabirde koyun koyuna yatıyorlardı artık.
Kim bilir, belki de kavli karar etmişlerdi. Belki de bir gün kaynı olacağını bile bilmediği gencin kabrine elleri ile toprak atmıştı.
Hanım kardeşimiz önce kardeşini, sonra nikâhlandıkları halde bir türlü düğünlerini yapamadıkları nişanlısı ile birlikte yüreğini kara toprağa gömmüş.
Yüreğinin yarısını Şırnak’ta, diğer yarısını Hakkâri’de bırakan kardeşimizin acısını hangi kelime anlatabilir ki?
“Abi, 38 yaşındayım. 68 yaşında gibiyim… Ne deyim!” derken kim bilir içinde hangi ateşler yanıyordu?
Ona, “kardeşim, nişanlın toprağa verilirken ben de onun kabri başında gözyaşları döküyordum! Kabrine iki kürek toprak atmak bana da nasip oldu!” bile diyemedim.
Terör, sadece öldürdüklerini öldürmüyor! Herkesi öldürüyor. Kimi toprağın altında, kimi de üzerinde ölmeden önce ölüyorlar. Nice Ayşeler, Fatmalar, Zübeydeler gençliğini yaşamadan yaşlılığı kabulleniyorlar. Gencecik delikanlılar yavuklusunun bağrına başını yaslayacağı günü hayal ederken toprağın bağrına yatıyorlar.
Genç kızlar; kardeşlerine, nişanlılarına, nikâhlılarına sarılmadan dağlara doğru ağıtlar söylüyorlar!
Anneler, babalar yüreklerini toprağa gömüyorlar!
Peki, ne için?
Hepsi; vatan bölünmesin, bayrak inmesin, ezan dinmesin için değil mi?
Ne diyeceğimizi bilemiyoruz. “Kader” desek kader mi? Öfkemizi kussak günah mı olur? İsyan mı etsek, ağıt mı yaksak! Bilemiyoruz… Şaşırdık kaldık! Bu devrin romanını yazacak yazarların işi çok zor! Kahraman kim, hain kim, gafil kim? Kim hangi safta duruyor?
Emin olun bilemiyoruz! Her şey birbirine karıştı.
Binlerce vatan evladını toprağa verdik. Vermeye de devam ediyoruz. Canlı bombalar toplu katliam yapmaya başladılar. Acılar katlandıkça katlanıyor.
Dilimizin ucuna bir yığın kelime geliyor. Yüreğimiz acıdıkça acıyor.
Susak olmuyor, konuşsak olmuyor…
Çareyi susmakta buluyoruz!
Oy dağlar oy!!!!
İsmini bile yazamıyoruz acı çeken yüreklerin. Memleketini bile söylemek ağır geliyor. Çünkü o kadar çok ki birbirine benzeyen hikâyeler… Hikâye geride kaldı artık. Roman bile az geliyor…
Ne diyelim kardeşim! Sen bizden daha iyi teşhis koymuşsun.
“Sonuçta hepsi bizim kardeşimiz!”
Her yüreğin ayrı bir sancısı, her ateşin ayrı bir dumanı vardır. Birbirlerine benzerler ama her şahadetin ayrı bir hikâyesi vardır. Konuşmaya görsün bir kere Anadolu… Şehitlerini bağrına basmayan vatan toprağı mı kaldı?
Kelimelerimiz aciz kalıyor kardeşim. Bizi bağışla…
Rabbim sabrını versin.
Şehitlerimizin mekânı cennet olsun!
Oy dağlar oy!!!!
19.03.2016
AHMET KAYTANCI

19 Mart 2016 Cumartesi

UYAN TÜRK MİLLETİ!

UYAN TÜRK MİLLETİ!

Yarın 24 Nisan…
Uyan Türk Milleti… Uyan!!!
Yarın meydanlara inecekler…
Seni kandırmak için çağın en güçlü silahlarını kullanacaklar.
Gafletinden, bilgisizliğinden, nemelazımlığından, hoşgöründen faydalanacaklar.
Gözlerine baka baka sana yalan söylediler. Söylüyorlar, söyleyecekler… Hem de asrın en büyük yalanını…
“Ermeni soykırımı” bir yalandır.
Yarın iyi bak! Ellerde taşınan fotoğrafları, pankartları iyi oku!
İşte bu adamın yarın fotoğraflarını taşıyacaklar. Onu, sana masum bir tıp doktoru diye tanıtacaklar.
Bugün eli kanlı katil Abdullah Öcalan’ı ne kadar masum görüyorsan işte o da o kadar masumdur!
Kimdir bu adam?
Asıl adı: Hamparsum Boyacıyan…
Kod adı: Şeyh Murad!
Doğum yeri: Hacın/Saimbeyli
Mesleği: Doktor
İşi: Ermeni Terör Örgütü Lideri!
Sason isyanlarını o düzenledi. Binlerce masum insanın ölümüne sebep oldu.
Kendisini Şeyh Murat olarak tanıtarak “Din elden gidiyor” diye Kürtleri Osmanlı Devletine karşı kışkırttı. Bu tuzağa düşmeyen Kürt çocuklarını öldürdü!
Üzerinde taşıdığı o mermilerle vatan evlatlarını hiç çekinmeden öldüren bu katil mahkemelerde yargılandı. Binlerce insanın ölümünden suçlu bulundu. İdam cezasına çarptırıldı. Kayseri’de idam edildi.
Uyan Türk Milleti!
Artık anla… Seni kandırıyorlar. Eli kanlı katilleri sana “masum” diye yutturuyorlar.
Şurasını hiç unutma!
Hamparsum Boyacıyan’ın bizat öldürdüğü insanlardan birisi belki de senin kanını taşıyordu!
Dedendi, ebendi, amcandı, halandı, dayındı…
Uyan Türk Milleti!
Boz bu oyunu!
Boz ki, yarın “EYVAH!!!” demeyesin!
Bir o değil. Onun Ağabeyi Mardiros da en az onun kadar suçludur!
Kod adı“JİRARY” olan Mardiros, Hacın Katolik Kilisesi’nin papazı Hacın/Saimbeyli’de yüzlerce vatan evladının ölümünden birinci derece sorumludur.
Öğren, öğret…
Yarın çok geç oldu demeyesin!!!
Aynı zihniyet senin cennet vatanına göz dikiyor…
Haberin olsun! Haberin olsun! Haberin olsun!
23 NİSAN 2015
AHMET KAYTANCI

BİR YİĞİDİ DAHA TOPRAĞA VERDİK.

BİR YİĞİDİ DAHA TOPRAĞA VERDİK.
Hava soğuktu. Yürekler yangın yeri, diller suskundu. Bu kaçıncı gençtir, teröre kurban verdiğimiz? Her defasında bir yerlerimiz eksiliyor. Her defasında yenilmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Başkalarını bilmem ama ben her defasında şakağımdan vurulmuş gibiyim.
Kızamıyorum da artık, Yazamıyorum da… Neye kızacağımı da bilmiyorum, ne yazacağımı da... Kelimeler düğümleniyor boğazımda… Dilimin ucuna kadar gelen sözleri yutmaktan yoruldum.
Sussam olmuyor, konuşsam hiç olmuyor!
Ülkemin gençliği gidiyor! Hayatının baharında, zamanın en zamansız zamanında, arkasında yüzlerce insanı gözleri yaşlı bırakarak şahadete koşuyorlar gençler…
Her defasında “inşallah bu son olur,” diye Allah’a dua ediyorum.
Olmuyor işte, ne yapayım olmuyor!
Bir yerde bir eksiklik var!
Basiretler mi bağlandı. Akıllar mı durdu. Çaresiz miyiz?
Bilmiyorum. Yemin ederim bilmiyorum! Ya da bilmek istemiyorum. Belki de bildiklerimi paylaşırsam kıyametler kopar diye korkuyorum.
Bir yiğidi daha toprağa verdik!
Ellerimizde bayraklar, dilimizde tekbirlerle uğurladık.
Hepsi bir ideal uğruna şehit olmadılar mı?
Hepsi birer ana kuzusu değil mi?
Ezan susmasın, bayrak inmesin, vatan bölünmesin…
Hava soğuktu! Ellerimiz üşümüş, yanaklarımız ıslanmıştı. Ama yüreğimiz yanıyordu.
Gencecik bir yiğidi daha toprağa verdik!
Daha yaşı ne ki?
Hayalleri yok mu onların? Umutları yarım kalmadı mı?
Onlar birer çiçek gibi açmışlardı gönül bahçemizde… Birer birer soldular. Zamansız girdiler kara toprağa...
Kimini çocukken tanıdık, kimini de şahadetiyle… Hepsine yüreğimiz yanıyor!
Hele bir de onun çocukluğunu biliyorsanız, bu defa sizdeki ateş alev oluyor! Kavruyor yürekleri!
Bir yiğidi daha toprağa verdik!
Adı, Sadık Özkan!
Daha 25 yaşında!
Bir köy çocuğuydu o! Okumak uğruna anasının kucağını, babasının ocağını bırakmak zorunda kaldığı, Saimbeyli Lisesi’nde yatılı olarak okuduğu yıllardan hayal meyal hatırlıyorum onu!
“İslam” adına savaştıklarını söyleyen, kahpe çocuklarının, insanlıktan nasiplenmemiş düşüncelerinin patlattıkları bombalar onu bizden aldı.
Şahadet yeri Diyarbakır’dı!
Benim vatanımın bir parçası…
Tufanbeyli’nin Ortaköy Köyü’ndeydik. Rüzgâr yüzümüzü yalıyordu. Ellerimizde bayraklar, dillerimizde tekbir vardı. Öfkemiz sukuta dönüşmüştü. Ve biz bir yiğidi daha toprağa verdik!
Sadıktı!
Adı gibi sadıktı! Vatanına sadıktı. Milletine sadıktı. Devletine, anasına, babasına, köyüne, toprağına, bayrağına sadıktı!
Ben, iki damla gözyaşı dökebildim ancak! Her yere asılmış bayraklara bakabildim ancak!
Ne olacak, Allah aşkına bu işin sonu ne olacak?
Bir yiğidi daha toprağa verdik!
Bir yiğidi daha toprağa verdik!
27.10.2015/SALI
AHMET KAYTANCI

YÜREĞİMİZİ TOPRAĞA GÖMDÜK!

YÜREĞİMİZİ TOPRAĞA GÖMDÜK!
Suçlu hissediyorum kendimi! Tepeden tırnağa suçlu… Bunalıyorum, kahroluyorum… Susuyorum olmuyor. Ağlıyorum olmuyor. İsyana kapı aralamamak için yüreğime bastırıyorum. Öyle anlar geliyor ki bacaklarım bedenimi taşımıyor. Yıkılıp, eriyip yok olmak istiyorum.
Olmuyor, olmuyor, olmuyor…
Yakışmaz diyorum! Acizlik bize yakışmaz! Başımızı dik tutmalıyız, gözyaşlarımızı saklamalıyız! Ama bizim gizlimiz olmaz ki… İçimizdeki yangının dumanını herkes görür! Közümüz de külümüz de eşkeredir!
Dün bir evladımızı toprağa verdik! Ölümün ona yakışmadığı bir yaşta binlerce kişinin tekbir sesleri arasında şehitler kervanına onu da ekledik…
Herkes ona “Şehit Jandarma Komando Uzman Çavuş Ali ÇAKAR” dedi.
Ben ne demeliyim, nasıl demeliyim bilemiyorum!
Siz benim yerimde olsanız ne dersiniz?
Ben onu daha 6-7 yaşlarından bir çocukken tanıdım. Adım adım, gün gün büyümesini izledim. Ben ona hep “Cin Ali” dedim. Ali’m dedim.
O şimdi Şehit Ali oldu!

Ben, öğretmen olmanın ağırlığını bugün dördüncü defa yaşadım. Ali’nin şahadeti çok ağır geldi! Daha önce elimde büyüyen üç yiğidi daha teröre kurban vermiştim. Ufuk Çınar, Muhterem Yağbasan, kirvesi olduğum Selçuk Can ve nihayet Ali Çakar…
Hepsi yüreğimde ayrı bir yara açtı.
Biliyorum, ülkemizde binlerce şehit verildi. Hepsinin acısı dayanılacak gibi değil. Ama öyle bir gerçek var ki, elini tuttuğunuz, gözüne baktığınız, saçını okşadığınız birinin bayrağa sarılı bedenini görmenizin verdiği acı hepsini bastırıyor. Benimki de işte öyle bir insani duygu… Dün Ali’min Türk Bayrağına sarılı tabutuna dokunduğumda dayanılmaz acılar çektim! Olamaz ya, olmamalı böyle… Ali daha ne ki! Hayatının daha baharında o çocuk. Daha o “Cin Ali” olmaktan ne zaman kurtuldu ki bir kahbenin kahbe kurşununa siper olsun! Kabullenemiyorum işte! Ah bir kabul edebilsem, işte o zaman ne içimde isyan, ne gözlerimde yaş, ne de dilimden dökülen öfke kalacak!
Olmuyor, olmuyor, olmuyor…
Çırpındıkça batıyorum. Baktıkça Ali’nin resmine acizleşiyorum. Ne gözlerimdeki yaşa engel olabiliyorum, ne de yüreğimdeki yangına…
Ben öğretmenim, binlerce Ali yetiştirdim. Urfa’da da benim Alilerim var! Onların hepsi de benim ciğerimin bir parçası. Adana Saimbeyli’deki Ali Çakar neyse, Urfa Birecik’teki Ali Korkmaz ondan farklı mı? O da benim yüreğim! İnsanın yüreğini ikiye bölmek kolay mı? Yürek kanar be, yürek bölünür mü? İşte ondan dayanamıyorum!
Ben Saimbeyli’deki Ali’ye ne demişsem Urfa’daki Ali’ye de aynı şeyi söyledim! Urfa’daki Ali’m her bayram beni arar, ellerimden öper… Bir Ali’mi ki, hepsi arar… Allah şahidimdir ki, dün Ali’min tabutu başındayken yine Urfa’dan telefonla arandım. Benim acım onların da yüreğini yakıyordu! Yeter artık! Diyorum ya, bir öğretmen olarak yeter! Yeter! Yeter! Ali’ler ölmesin! Bitirin şu kardeş kavgası. Temizleyin içimizdeki mikropları…
Dedim ya, Ali küçük yaşta elimizde büyüdü. Onun yaramazlıklarını da gördük, uslu bir çocuk olduğunu da… Şimdi ne yazsam hep yalan olur. Onun hakkındaki hükmü rabbim verdi. O mertebelerin en büyüğüne, şehitlik makamına oturdu. Ondan geriye bize bir hoş seda kaldı. Bir de Ali’nin bana sosyal medyada özel mesaj olarak yazdıkları… Ben de onu sizlerle paylaşıyorum.
Mekânın cennet olsun yiğidim. Sen rahat ol. Biz yüreğimizi toprağa gömdük. Adına “Şehit Ali” dedik!

DURUŞUNUZ YETER


DURUŞUNUZ YETER
Bir duruşu olmalı insanın; ne, zamana göre değişmeli, ne de makama…
Eğriye eğri, doğruya doğru demeli.
Şu üç günlük dünyada; günü kurtarmak yerine, geleceğe damgasını vurmalı!
Kaderde ne varsa, o olur zaten. Onu asla değiştiremezsiniz.
Riyakârlığa, sahtekârlığa, hasiyetsizliğe, şerefsizliğe ve kıvırmaya hiç gerek yok!
Ömür kısacıktır. Ha bu gün, ha yarın… Bir gün eksik, beş gün fazla…
Ne fark eder?
Her şeyi bir gün Münker ile Nekir soracaktır. O zaman kaçacak yer, sizi koruyacak bir kul da bulamazsınız!
En iyisi; gece başınızı yastığa koyduğunuzda huzur içerisinde uyuyabilmek, hayat hikâyelerinizi çocuklarınıza anlatırken onların gözlerine korkusuzca bakabilmektir!
Her şey geçer. Makam, mevki, şan şöhret, para pul… Hafızalarda sadece sizin duruşunuz kalır.
Zor günlerde gösterdiğiniz direnciniz, sizin ayarınızdır. Ayarı bozuklar, er veya geç fark edilir!
Çile çekebilirsiniz, üzülür, incinir, kırılabilirsiniz…
Çilesine talip olmadığınız hiçbir dava kutsal değildir.
Sizin mutlaka bir kutsalınız olmalıdır.
Yani bir duruşunuz!
Bu akşam duruşu olanlarla birlikteydim. Emekleri hiçe sayılmış, bir saniyede kalemi kırılmış müdürlerle…
Ne yalan söyleyeyim, çok huzurluydum. İyi ki benim ülkemde böyle net duruşu olan insanlar var. Eğilmeyen, bükülmeyen ve hiçbir ahlâksız teklife pazarlanmayan…
Her şerde bir hayır vardır! Yüreklerde merhametin, icraatta adaletin, duruşta asaletin yitirildiği bir dönemde; dışı kalaylı bakırlar, özü sağlam altınlar tanıdım.
Üç beş günlük saltanat için; saf değiştirenler, gerdan kıranlar, bel bükenler gördüm.
Her zaman olduğu gibi çirkinler yine çirkin, güzeller yine güzeldi.
Siz var olun güzel insanlar.
Dik duruşunuz her şeye değer.
Şundan emin olunuz ki, tarih sizleri dik duruşunuzla yazacaktır!
Başta, Adana Türk Eğitim Sen Bir Nolu Şube Başkanı Sayın Selahattin Dolgun ve değerli ekibine, her türlü haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe ve ahlâksızlığa rağmen duruşundan zerre miktar taviz vermeyen, görevinden azledilmiş müdür arkadaşlarıma şükranlarımla…
İyi ki varsınız!
Duruşunuz yeter…
AHMET KAYTANCI

OTOBÜSLÜ KÜTÜPHANE FEKE’DE

OTOBÜSLÜ KÜTÜPHANE FEKE’DE
Dün, Adana Büyükşehir Belediyesi Kültür Şube Müdürü Değerli kardeşim Yusuf Delikoca’nın daveti üzerine Feke ilçemize gittik.
Kültüre dair bit etkinlik varmış. Davet alıp da ona katılmamak mümkün mü? Severek ve isteyerek katıldım. Katılmam da gerekiyordu. İyi ki de katılmışım.
Hava güzeldi. Yol arkadaşlarım daha da güzeldi.
Adana Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi bir otobüsü kütüphaneye çevirmiş. Ne güzel etmiş. Türkiye de böyle kaç tane gezici kütüphane var, bilmiyorum. Ancak Adana’da bunu ilk defa görüyoruz. Emeği geçenleri takdir etmemek mümkün değil. Yürekten kutluyorum.
Yıllar önce “Eşekli Kütüphane” diye bir kütüphane memurunun hikâyesini okumuştum. Yanılmıyorsam hikâye Ürgüp’te geçiyordu. Bir kütüphane memurunun, insanlara kitap okutmak için yaptığı mücadeleyi anlatıyordu.
“Adı, Mustafa Güzelgöz…”
Mustafa Bey, Ürgüp’e 1943 yılında Kütüphane Memuru olarak atanmış. Çalışkan, gayretli ve kitabın kıymetini bilenlerdenmiş. Çalıştığı kütüphaneye çekidüzen vermiş. Pırıl pırıl bir kütüphane yapmış. Okuyucular, “gelsin” diye beklemeye başlamış. Bir beklemiş, iki beklemiş… Ne gelen olmuş, ne de giden… O da bakmış ki kimse kütüphaneye gelmiyor. Bir eşek almış. Bir de sandık yaptırmış. Kitapları sandığa doldurmuş, sandığı da eşeğe yüklemiş, köy köy gezmiş, kitapları insanların ayağına götürmüş! İnsanlar kitapla yüz yüze gelmiş…
O yıllarda Mustafa Bey, ne kadar insana ulaşmışsa o kadar insan kitapla buluşmuş. Ne kadar da güzel etmiş.
Adana Büyükşehir Belediyesi, Kültür Daire Başkanlığı sanki Mustafa Bey’in yolundan gidiyor gibi.
O zamanki eşeğin yerini bu gün otobüs almış. İlçe ilçe, köy köy dolaşıyormuş. Ben de Feke ilçemizde “Otobüslü Kütüphane’nin” çalışmalarına şahit oldum.
Âcizane, kitaplarımdan da birkaç tane imzalama imkânı buldum.
İlgi yoğundu. Çocuklar akın akın geldiler. Bir kısmına ücretsiz kitap verildi. Kimileri de elleri boş döndü. Elleri boş dönen çocukların burukluğu içimde kaldı.
“Otobüsten Kütüphane” bir süre daha Feke’de kalacakmış.
Feke Belediyesi yetkilileri ve halk bizimle yakından ilgilendi. İlgilerine sonsuz teşekkür ediyorum.
Feke Belediye Başkanı Sayın Ahmet Sel iyi bir belediye başkanıdır. Bunu yaptığı çalışmaları ile zaten ispatlamış.
Ben, 1996-97 yıllarında Feke İlçemizde İlçe Milli Eğitim Müdürü olarak görev yapmıştım. O zamanla bu günü kıyasladığımda Sayın Ahmet Sel’in bir belediye başkanı olarak çalışmalarını takdir etmemek mümkün değil… Bütün sağlık sorunlarına rağmen, mütemadiyen çalışıyor. Kutluyorum.
Ancak, dost acı söyler ama doğru söyler, bir şeyi de söylemeden geçemeyeceğim:
Değerli dostum Ahmet Sel, eski bir kütüphaneci… Yıllarca Feke ilçemizde Kütüphane Memuru olarak görev yaptı. Kitabın kıymetini en iyi o bilmelidir.
O, Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’ün mirasçısı olmalıdır. Feke ilçemizin nüfusu ne kadarsa o kadar insana her yıl en az bir kitap ulaştırmalıdır.
Bir o değil, bütün başkanlarımız aynı işi yapmalıdır. Tufanbeyli Belediye Başkanımız Sayın Remzi Ergü ve Saimbeyli Belediye Başkanımız Sayın Mustafa Şahin Gökçe’ye bir dost olarak hatırlatmamda umarım sakınca yoktur!
Kitap, demek gelecek demektir. Bilgi demektir. Kültürlü insan demektir. İyi insanlar yetiştirmenin yolu, iyi bir eğitimden geçer. Kitapsız eğitim, mermisi kime sıkılacağı belli olmayan silah gibidir.
İnsanı eğitmeden geleceğimizi garantiye alamayız… Bu gün yapmış olduğumuz bütün eserler, geleceğin insanlarının yaşatması ile yaşayacaksınız.
Ben Toros Dağları’nın çocuğuyum. Feke’de çocukların kitaba susadıklarını gördüm.
Bir Feke’de değil, Saimbeyli’de öyle, Tufanbeyli’de… Diğer ilçelerimizin tamamı da…
Otobüslü Kütüphane’deki gençlerin bana verdiği bilgiye göre; Saimbeyli’de kitap okuma rekoru kırılmış. Ancak, köylerimiz gezilememiş.
Tufanbeyli’de, kar nedeniyle istenilen hedefe ulaşılmamış.
Umarım, kendisi de şair ve yazar olan Tufanbeyli Belediye Başkanımız Sayın Remzi Ergü bu durumu değerlendirecektir. Uzun kış gecelerinde her hemşerisinin eline bir kitap ulaştıracaktır.
Sürçü lisan ettimse hoş görüle…
Yusuf Delikoca’ya her şey için teşekkür ediyorum.
İyi ki varsın güzel insan.
Türk Kültürü sizlerin omuzlarında yükselecektir!

BİR FUAR DÜŞÜNCELERİ

BİR FUAR DÜŞÜNCELERİ
Akın akın geldiler. Adana’nın her yerinden… O da yetmedi. Komşu illerden, ilçelerden…
9. Çukurova TÜYAP Kitap Fuarı’ndaydık. Uzun bir emek sonunda kitaplarımızı görücüye çıkartıyorduk. İçimizde kaygılarımız, heyecanlarımız, endişelerimiz ve umutlarımız vardı.
Kolay değildi. Hiç de kolay olmadı. Harfleri kelimelere, kelimeleri cümlelere, cümleleri kitaplara dönüştürmek… Düşüncelerimiz zaman zaman uykularımızı böldü. Yüreğimize kanatan mısraları, boğazımızı sıkan cümleleri, beynimize saplanan kelimeleri bir hizaya getirmek için ne kadar emek ettiğimizi bir biz biliriz bir de Allah!
Hakkı haykırmak hiçbir zaman kolay olmadı zaten. Kolay adamlar her zaman kolayı seçseler de çilesine talip olduğumuz bir sevdanın kitaplarını yazmalıydık.
Hayat bir gün bitecekti. Geride sadece yazdıklarımız kalacaktı. Tarihe bir hoş seda gibi bırakacaklarımızın bir zaman gelecek ki vesika değerinde olacağını biliyorduk.
Hastalıklarımızı, heveslerimizi, eğlencelerimizi ve hepsinden önemlisi sevdiklerimizi ihmal etme pasına da olsa zamanın acımasız geçişine engel olmalıydık. Her anı, her fırsatı ve her zamanı değerlendirmeliydik. Cefa çeken herkese borcumuz vardı. Yaralarına merhem, umutlarına ışık olmalıydık.
Aslında biz yaralıydık. Beynini kiraya verelerin, yalakalığı maharet sayanların, fırsatçılığı asalet görenlerin ve günü kurtarmak için en yakınlarını bile bir çırpıda harcayanların kurşunlarına hedef olmuştuk.
Üzülmedik, incinmedik, kırılmadık dersek yalan olur. Üzüldük, incindik, kırıldık…
Ancak, “bu da geçer ya hu!”demesini bildik. Düştüğümüz yerden yeniden kalktık. Çünkü biz yalnız değildik. Bizi anlayanlar, bize umut bağlayanlar, bizi yürekten sevenler, bize güvenenler vardı.
İlk matbaacımız kapısını bizlere açtı. “Paran var mı?” demeden kitaplaştırıverdi yazdıklarımızı. Nasıl teşekkür etmeyelim ki Ekrem Matbaası çalışanlarına…
Aslında daha önce hiç ilki olmamıştı. Çukurovalı yazarlara kocaman kitap fuarında bir yer vermek kimsenin hayallerini süslememişti. “Bir şey değişecek, her şey değişecek diyen Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Hüseyin Sözlü’nün ekibi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı hemen harekete geçti. Özellikle Yusuf Delikoca maharetinin tamamını kullandı. 16 Çukurovalı yazarı okuyucu ile buluşturdu. İnsan nasıl teşekkür etmez ki, Başkan Hüseyin Sözlü’ye, Daire Başkanı Mete Şahin’e, gönüllerin adamı, kültürün mihmandarı Yusuf Delikoca’ya ve emeği geçen herkese…
“Dik duruş” dediğimizde hep onlar aklımıza geldi. En zor günde bile kimseye boyun bükmediler. Hep hakkı haykırdılar. Güce yenilmediler. Gelenin hatırı için kalkıp geçmişe sövmediler. Kar demediler, kış demediler, yağmur, çamur demediler. Hep hakkı savundular. Herkes düşene bir tekme vururken onlar düşenin yanında oldular. Vurulan tekmelerin altına başlarını koydular. Kimden mi bahsediyorum? Siz onları çok iyi biliyorsunuz. Onların hak ettikleri övgüleri anlatan iki satır yazı yazdığımda yanakları kızaran, mahcup olan, utanan güzel insanlardan bahsediyorum. Onlar, tarihe altın harflerle yazılacaklar. Bazıları sarı, yeşil ve kızıl olarak anılırken, onlar ay-yıldızlı sendika olacaklar. Şimdi insan nasıl teşekkür etmez ki, KAMU-SEN’in Adana yiğitlerine… Onların başkanı Selahattin Dolgun ve yürekli yöneticilerine… Bizleri hiç yalnız bırakmadılar. Bütün üyelerine ulaştılar ve yanımızda olmaya çağırdılar. Onlar da bize güç verdi. Yüreğimizde devleştiler.
Şimdi ben burada güzel yürekli insanları tek tek saysam sayfalar dolusu olurlar. Öyle hal alır ki en sevdiğimi unutur giderim. Göz nasıl kendisini görmezse ben de en çok emeği geçeni görmeden geçer giderim. En iyisi isimlerden ziyade yüreklere seslenmek istiyorum.
Ve ey güzel insanlar; gülücüklerinizi, yüreğinizi, muhabbetinizi, cesaretinizi, samimiyetinizi ve hepsinden önemlisi dostluğunuzu omuzlayıp bizlere koştunuz. Eşinizle, çocuklarınızla, sevdiklerinizle, hatta kundaktaki bebeklerinizle geldiniz. Bizi yalnız bırakmadınız. Bize cesaret, umut, heyecan ve mücadele etme gücü verdiniz. Belki dokunamadık o anda size, belki sorularınıza uzun uzun cevap veremedik. Belki hayallerinizdeki yere o kısacık zamanda ulaşamadık. Kalabalıklar arasında sizleri tanımakta zorluk çekmiş olabiliriz. Adınızı hatırlamadığımız, tebessümlerinize yetişemediğimiz, sizleri dinlemekte yetersiz kaldığımız anlar olabilir. Ama siz bizim yüreğimizin merhemisiniz. Kusurlarımızı insani kusurlar saymanızı rica ediyoruz. Sizlere minnet borçluyuz. Ne kadar teşekkür etsek azdır. Biz sizden biriyiz. Bizi anlayışla karşılayacağınızdan eminiz.
Üzerimize yağmur gibi yağan belalardan hiç korkmadık, korkmuyoruz. Hiç merak etmeyiniz, kalemimizi bin defa kırsalar da yazan tarafı hep bizde kalacaktır. Yeter ki sizler bizim yanımızda olmaya devam edininiz… Geceler ne kadar uzun olursa olsun, güneş mutlaka doğacaktır.
Gerçeklerin kötü bir huyu vardır. Onlar asla gizlenemezler. Bizler ne pahasına olursa olsun gerçekleri yazmaya devam edeceğiz. Hırsları ile kararttıkları dünyayı kitaplarımızla aydınlatacağız. Kalemimizle, yüreğimizle sizlerin yanında olmaya devam edeceğiz.
Yürekleriniz bizim makamlarımızdır. Bizleri onsuz bırakmadığınız için şükran borçluyuz.
İyi ki varsınız, iyi ki güzel insanlarsınız…
Gelecek Kitap Fuarlarında ve kitaplarda buluşmak üzere…
Sevgilerimle… 18.01.2016
AHMET KAYTANCI

YİNE AN-KARA

YİNE AN-KARA
Aslında elim varmıyor yazmaya… Dilim, zaten hepten suskun! Ama yüreğim var ya, kabardıkça kabarıyor, sızladıkça sızlıyor, kanadıkça kanıyor, yandıkça yanıyor.
Hop oturuyor, hop kalkıyorum.
Olmuyor!
Evin diğer odalarına gidip geliyorum.
Olmuyor!
Yumruklarımı sıkıyorum, dişlerimi gıcırdatıyorum, gömleğimin üst düğmelerini çözüyorum, derin derin nefes alıp veriyorum…
Olmuyor!
Ağlamak istiyorum. Hıçkıra hıçkıra ağlamak! Hıçkırıklar boğazıma düğümleniyor. Gözpınarlarım kurumuş, bir damla suya hasret kalmış yanaklarım, ağlayamıyorum!
Bildiğim bütün küfürler dilime hücum ediyor. Hadi, diyorum. Çık balkona, avazın çıktığı kadar bağıra bağıra küfret! Edemiyorum.
Abdest alıyorum. Namaz kılıyorum. Dua ediyorum…
Olmuyor, olmuyor, olmuyor!
Dar geliyor evim, dar geliyor yaşadığım şehir, dar geliyor ülkem, dar geliyor dünya!
Ankara’da yine patlama olmuş!
AN-KARA oluyor işte…
Kapkara etrafım… Zifiri karanlıktayım sanki…
“Bu son patlama olsun” diye dua ediyorum.
İlk patlama geliyor aklıma!
İlk patlama ne zaman olmuştu, hiç düşündünüz mü?
Hani, bu ülkenin Genelkurmay Başkanı “Terör Örgütü Kurmak Ve Yönetmekten” tutuklanmıştı ya, işte asıl patlama o gün olmuştu! İşte o gün, itler salıverilmiş, taşlar bağlanmıştı adeta…
İlk deprem gibiydi o tutuklama… Aslında o patlama en şiddetli patlamaydı. Kimse bir şey duymadı. Kimse bir şey anlamadı. Çünkü kalpler mühürlenmiş, kulaklar sağır olmuştu. “Vesayetten kurtulduk” diye zılgıt çalanlar, halay çekenler olmuştu! Ülkenin güvenlik genleri ile oynandı. Kozmik odalara bile girildi. O da yetmedi, eli kanlı bebek katilleri gizli tanık olarak dinlendi. Sonunda olan oldu. Ankara’nın göbeğinde AN-KARA oldu!
“İnşallah bu son artçı deprem olur” diye dua etmekten başka elimden bir şey gelmiyor.
İşin doğrusu; O gün çığlıklarımızı duymayanların, bu gün timsah gözyaşları ile saflık tiyatrosunda başrol oynadıklarını gördükçe midem bulanıyor.
Üzülüyorum. Kahroluyorum.
Yine AN-KARA…
Yine Ankara’da patlama!
Yine kalbimizden vurdular. Lanet olsun. Eliniz kurusun, soyunuz geçsin!
Ne diyebilirim ki başka, ne söyleyebilirim ki?
Parça parça olmuşuz, birliğimiz dağılmış, dirliğimiz bozulmuş… Aynı göremiyoruz, aynı düşünemiyor, aynı hissedemiyoruz.
Bekliyoruz!
Sonucu görelim! Ona göre konuşacağız çünkü…
Katledilen insan be, insan! Cinsiyeti, milliyeti, mevkii, yaşı önemli mi?
Öfkeleniyorum! Hem de çok öfkeleniyorum!
Ankara’nın yüreği parçalanıyor.
An kararıyor.
Ateş düştüğü yeri yakıyor.
Biz, aciz bir ifade ile şehitlerimize Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz.
Ne haledeyiz Allah’ım! Kederde bile birlik olamıyoruz.
Millet olmanın ilk işareti; kederde, tasada, sevinçte bir olmak değil mi?
Bizi kim parçaladı Allah aşkına, bizi kim parçaladı?
Öfkeliyiz, kaygılıyız ama umutsuz da değiliz!
İnanıyoruz, karabulutlar dağılacak bir gün! Cemreler düşecek, milletimizin birliği tekrar sağlanacak!
Şimdi sadece diyebiliyoruz ki; Milletimizin başı sağ olsun. 13.03.2016
AHMET KAYTANCI

PAMPAL HOCA

            PAMPAL HOCA
1978 yılıydı. O yıllar yüksek okulda okuyordum. Belki de hayatımızın en zor yıllarıydı. Ülkemin insanlarının sağ-sol diye ikiye ayrılmıştı. Polis teşkilatı, öğretmenler ve Türkiye…
Herkes Türkiye’yi sağ-sol diye değerlendiriyordu. Oysa bugün neyse dünde aynı oyunun içerisindeydik. O gün de Ruslar Akdeniz’e ulaşmak istiyordu. Amerika’nın aklı yine Ortadoğu’nun petrol kaynaklarındaydı. Avrupa, yine silah pazarları arıyordu. İsrail, yine kangren olmuş bir çıbandı. İran, yine mezhep ayrılığından medet umuyordu!
Yaz tatilindeydik. Henüz okullarımız açılmamıştı. Ya da olaylar olmuştu da okulumuz tatil edilmişti. Tatilimizin son günleriydi. Bir yıl sonra öğretmen olacaktım. O yüzden de öğretmenlere ilgi duyuyordum. İki öğretmen derneği vardı. İlla birine ilgi duyacaktınız. TÖB-DER ve ÜLKÜ-BİR.
İlçemizde her iki öğretmen derneği de vardı. Ama ben Ülkü-Bir’e ilgi duydum. Onlarla konuşurdum. Derneklerine giderdim. Sohbetlerini dinlerdim.
Güzel sohbetler olurdu. Meslek büyüklerimiz bilgi, birikim ve kanaatlerini bizlerle paylaşırlardı. Bizi okumaya, okuduklarımızı anlamaya, anladıklarımızı arkadaşlarımıza anlatmaya yönlendirirlerdi. Ben, o dönem çok kitap okudum. Okuduklarımı da arkadaşlarımla hep paylaştım.
Ülkü-Bir’de Ahmet Tevfik Pampal diye birinden hayranlıkla bahsederlerdi. Adı belleğime yazılmıştı. Ama kendisini hiç tanımadım. Görüşmek nasip olmadı.
Ahmet Tevfik Pampal, önceleri Adana Ülkü-Bir başkanıymış. Daha sonra Ülkü-Bir Akdeniz Bölge Müfettişi olmuş. Adana Endüstri Meslek Lisesi’nde de Tarih öğretmeni olarak görev yaparmış. Mesleğine düşkün, idealist bir öğretmen… Bu yazıya başlamadan önce hayat hikâyesine şöyle bir baktım. Bir köy çocuğu… 1942 yılında Kadrili’nin Yusuf İzzetli Köyü’de doğmuş. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nü bitirmiş. O yıllarda Anadolu’nun her hangi bir yerinden kalkıp İstanbul’a gidip okumak da kolay değildi. Pampal Hoca zoru kolay etmiş, okulunu bitirmeyi başarmış. İlk tayini Adana Kız Lisesi’ne çıkmış. Daha sonra Adana Endüstri Meslek Lisesi…
Akşamüzeriydi. İlçemizin tek caddesinde yürüyordum. Bir dükkânın önünde de iki genç oturuyordu. Ben onların yanından geçerken birisi sanki bana duyurmak ister gibi:
“Bu gün Adana’da bir faşisti öldürdüler!”dedi.
Durdum. Gençlere baktım.
“Sen ne diyorsun lan!”dedim.
Gençler benden ürktüler:
“Sana demiyoruz Ahmet Abi!”dediler.
Sert bir ifade ile:
“Ne söyledin? Tekrar et!”dedim.
Çocuklar:
“Adana’da bir öğretmen öldürmüşler abi, onu konuşuyordu!”dediler.
Kim öldürülmüştü bilmiyordum. Ama öfkem kabarmıştı.
“Adam gibi konuşun, ölen bir insandır!”dedim. Oradan ayrıldım.
Ülkü-Bir’e gittiğimde herkes yas içerisindeydi. “Pampal Hoca’yı vurmuşlar, Pampal Hoca’yı!”
O gün dünya bize zindandı. Bir ülküdaşımız şehit olmuştu.
Pampal Hoca, Adana Kanalköprü mahallesinde bir evde oturuyormuş. Sabah erkenden kalkmış. Eşi ile birlikte dolmuşa binip görevine gidecekmiş. Yürüyerek dolmuş durağına vardığında onu eşinin yanında vurmuşlar. Şahadet şerbetini içmiş. 36 yaşında, hayatının en verimli çağında… Geride gözleri yaşlı bir eş ve üç yetim bırakmış.
Aradan uzun yıllar geçti.  Yüreğimizdeki köz, küle dönüştü. Dünyanın telaşı bizleri kendi mecrasına çekti.
 Bir gece evimde oturuyordum. Nereden aklıma geldi bilmiyorum. Pampal Hoca’yı düşündüm. Kalktım bilgisayarımı açtım. İnternette Ahmet Tevfik Pampal Hoca’yı araştırdım. Hakkında kısa bir yazı buldum. Şahadet tarihine baktım. 22 Ekim 1978… Dondum kaldım. Bu nasıl bir tevafuktu, baktığım gün takvim yaprakları 22 Ekim 2015 tarihini gösteriyordu. Yani onun şahadet şerbetini içtiği gündü. Aradan 37 yıl geçmişti…
İki gün önce Pampal Hoca’nın akrabalarından Hüdavendigar Pampal’ı ziyaret ettim. Ona Ahmet Tevfik Pampal Hoca’yı sordum. Çocukları okumuş, belli görevlere gelmişler. Eşi, bazen Adana’da bazen de Ankara’da bulunuyormuş. Yani, bütün acılara rağmen hayat devam ediyormuş.
Pampal Hoca’yı ve binlerce canı hayatının en verimli çağında katlettiler. Aynı zihniyet hâlâ insanları öldürüyor. Kabuk değiştiriyor, renkten renge giriyor, devre göre taraftar buluyor ama öldürmekten hiç vazgeçmiyor.
Film tekrar başa sardı. O zaman kurtarılmış mahalleler, kurtarılmış ilçeler, kurtarılmış bölgeler vardı. Ülkenin en karagözlü yiğitlerini öldürürlerdi. Şimdi, yolların altına bombalar yerleştiriliyor. Canlı bombalar kalabalıkların arasında patlatılıyor. Öğretmenler akın akın ilçeleri terk ediyor.
Değişen ne? Hani terörün beli kırılacaktı? Kırıldı mı?
Biz bir Fatiha yollayalım Ahmet Tevfik Pampal ve bu ülkenin birliği, dirliği, beraberliği için şahadet mertebesine ulaşmış binlerce yiğide.
Senden özür dileriz Pampal Hocam. Senin şahadetin bile bizleri uyandırmaya yetmedi. Bizleri bağışla… Seni ihmal etmiş olsak da ideallerin yüreğimizde taze filiz gibidir.

Mekânın cennet olsun! 

İPLİKÇİ MEHMET EFENDİ

İPLİKÇİ MEHMET EFENDİ
Bazı insanlar vardır, onları anlamakta zorlanırsınız… Onlarla ilgili anlatılanlar sizin akıl ölçülerinize uymadığı için belki de hemen reddedersiniz. Hatta bazen öyle ileri gidersiniz ki onları; anlama, dinleme ve değerlendirme ihtiyacı bile duymazsınız. Hele onlara inanmış insanlara karşı bir de önyargınız varsa size anlatılacak bütün sözler anlamsız kalır.
Oysa onlar hayatı sade yaşarlar. Ne kimseden bir emir alırlar,  ne bir şey beklerler, ne de dünya malları ile bir ilgileri vardır. Bir lokma ekmek geçerse ellerine, kim bilir kaç kişi ile bölüşürler. Bütün makamlar, mevkiiler, hanlar, hamamlar, saraylar, köşkler, göklerde uçan uçaklar, denizde yüzen yatlar, çelik zırhlı arabalar ve aklınıza ne geliyorsa dünya nimetleri onlar için hep sıradandır.
Onların makamları gönüllerdir. O makama oturmak için ne birilerin omuzlarına basarlar, ne de gönülleri kırarlar. Bağırıp çağırdıklarına, kardeşi kardeşe düşürdüklerine, hırslarına yeldiklerine hiç rast gelinmemiştir.
Bir buruşuk gömlek, bir yamalı ceket ve bir sökük ayakkabı ile bütün makam sahiplerini gölgede bırakırlar.
Onlar Allah dostudur. Gönüllerin padişahıdır!
Onları; gören gözler, hisseden gönüller arar bulurlar.
Hiç ummadığınız bir yerde karşınıza çıkıverirler, beyninize yer etmiş kara düşünceleri bir anda söküp atarlar. En kasvetli anınızda bir rahmet ışığı gibi yüreğinize süzülüverirler.
Onlar kim mi?
Anlatması o kadar zor ki! Tarifi imkânsız…
Bizim memlekette bir Guddi amca vardı. Onun asıl adı Kuddisi Karadeniz’di. Ama ona herkes “Guddi” derdi. Kendi halinde, dünya malı ile ilgisi olmayan bir adam…
Bir gün sessiz sedasız hakkın rahmetine kavuştu. O, herkese göre garibandı. Ve kimsesizdi. Ancak cenazesinde kimsenin tahmin edemeyeceği kadar kalabalık vardı. Bizim ilçemizdeki insanlar zaten hep oradaydı. Ama ilçemizdekilerden daha fazlası dışarıdan cenazeye gelmişlerdi.
Mezarlıkta bir adam dikkatimi çekti. İlerleyen yaşına rağmen cenazeye gelmişti. Sessiz sedasız bir taşın üzerinde oturuyordu. Onunla ilgilendim. Nereden geldiğini sordum. O, komşu ilçeden gelmişti.
Ona:
“Tanıyor muydunuz Guddi Abi’yi?”dedim.
Boynunu büktü, “kim tanımaz ki?”dedi.
Sonra, “bu ilçenin direği çöktü!”dedi.
Konuşması hoştu. İnsanın yüreğine yüreğine konuşuyordu sanki. O konuştukça insanın dünya ile ilişkisi kesiliyordu. Hamlık olur diye bir türlü adını soramadım. Ondan uzaklaştım. Onunla birlikte gördüğüm adamlardan birine sordum:
“Bu amca kim?”
Şaşkınlıkla yüzüme baktı.
“Sen onu tanımıyor musun?”dedi.
Cümleyi öyle bir söyledi ki, tanımamakla bir kusur işlemiş gibi hissettim kendimi.
Zoraki:
“Yok, tanımıyorum!”dedim.
“Ona eskiden Deli Mehmet derlerdi. Şimdi İplikçi Mehmet derler. Dini bütün bir adamdır. Kozan’ımızın gönül mimarlarındandır!” dedi.
İşte ben öyle tanıdım İplikçi Mehmet’i… Onu tanıdıktan sonra uzun bir zaman görmedim. Gerçi topu topu hayatımda iki defa gördüm.
Bir yakınım vefat etmişti. Saimbeyli’den Adana’ya cenazeye gitmiştim. Cenazemizi toprağa veriyorduk ki o anda telefonum çaldı.
Görev yaptığım okul müdürlüğü görevimden alınmıştım!
Cenazeye gitmek için izin aldığım makam sahipleri (fırsatı ganimet bilip) beni görevden almışlardı. Çok üzülmüştüm. En yakınımı toprağa verirken, aslında bütün insanlığın öldüğünü düşünmüştüm.
İznim bitmişti. Günlerden pazartesiydi. Saat sekizde Saimbeyli’de olmam gerekiyordu. Erken saatlerde uyandım. Eşimle birlikte sabahın ilk ışıkları yeni doğarken Kozan’ı geçmiştik. Kozan Baraj Köprüsü biraz gerilerde kalmıştı. Yolun kenarında bir adam duruyordu. Bize el kaldırdı. Zamansız bir zamandı. Yanımda da eşim vardı. Tanımadığım bir adamı arabama almam doğru değildi. Adamı almadan geçtim. Yüz metre ya gittim ya gitmedim o adamın İplikçi Mehmet’e benzediğini düşündüm. Durdum. Geri geri gittim. O adam İplikçi Mehmet’ti! Arabama aldım.
O, arabamıza bindikten sonra arabanın havası değişti. O konuştu biz dinledik. O konuştukça biz hafifledik. Beynimdeki bütün kötü düşünceler silindi. Beni böyle bir günde görevden alanlara çok kızıyordum. İplikçi Mehmet konuştukça onlara acımaya başladım. Gözümde, gönlümde küçüldükçe küçüldüler. Onlar küçüldükçe İplikçi Mehmet büyüdü. Yol çabuk bitti. O arabamızdan inmeden önce bize dua etti. Her zaman yanında bulunan tespih iplerinden bir tanesini bize hediye etti. Ve dedi ki:
“Ne zaman başın darlığa düşer, içinden çıkamadığın bir hal olursa beni çağır. Üç defa; yetiş ya Deli Mehmet, dersen ben gelirim. Duymaz, gelmez diye düşünme, ben duyarım, gelirim!”dedi.
Tam arabadan iniyordu ki;
“Öyle ufak-tefek işler için de çağırma, geldiğimize değsin!”dedi.
Ben, o günden sonra İplikçi Mehmet’i hiç görmedim. O hiç aklımdan çıkmadı. Ama onu çağıracak kadar da hiç sıkıntıya girmedim. Ne zaman başım sıkışsa aklıma, Hz. Yunus Aleyhisselam ve Hz. Eyüp peygamber sabrı geldi. Her defasında; onu çağırmayı acizlik saydım. Önemli olan aza kanaat etmek, rabbime şükredebilmekti. Rabbime şükürler olsun.
Bugün İplikçi Mehmet’in vefat ettiğini öğrendim. O mekânını değiştirmiş. Makam sahipleri er kişi niyetine cenaze namaza durmuşlar. İmam, “Nasıl bilirdiniz?”diye sormuş. Helallik dilemiş. Ben orada değildim. Buradan sesleniyorum:
Helal olsun! Helal olsun! Helal Olsun!
Mekânı cennet olsun…
Ben, İplikçi Mehmet’ten bütün makamların geçici olduğunu öğrendim. Önemli olan gönüllerde yer edebilmektir. Onun için de kendinizi yaşamanız, hırslarınızı yenmeniz gerekiyor. Ahiri topraktır. Yani yeniden var olmaktır.
Ondan bize geriye; okuyup, dua ederek ikram ettiği bir tespih ipi kaldı. O ip bizim evimizde hep saklanır.
Sabır, şükür, dua ile…
Allah rahmet eylesin.
16.03.2016

AHMET KAYTANCI

TOPUK DELENLER (ZEHİRLİ ÇİVİLER)


ÇANAKKALE SAVAŞLARI; İNGİLİZLERİN, EN ŞEREFSİZ SAVAŞIDIR!
TOPUK DELENLER (ZEHİRLİ ÇİVİLER)

İngilizler Boğaz Harbi’nde savaş suçu işlediler! Tarihlerinin en şerefsiz savaşını yaptılar. Aslında İngilizler Lahey savaş suçları mahkemelerinde yargılanmalıydı.
Siz bakmayın, geldikleri gibi gittiklerine… Siz bakmayın savaş sonrası bütün yumuşak diplomasi kelimelerini kullanarak “Türklerle koyun koyuna savaştık! Birbirimizle ekmeğimizi bölüştük, yaralılarımızı tedavi ettik!” gibi savaş hikâyeleri anlatmalarına… İngilizler, aslında en şerefsiz savaşlarını yaptılar. Bütün savaş kurallarının dışına çıkarak; ayaklarında doğru dürüst çarıkları bile olmayan Türk savaşçıların olduğu yerlere uçaklarla zehirli çiviler attılar. Ormanlık alanlarda, savaş anında görülmesi mümkün olmayan bu çiviler Çanakkale Savaşlarının en şerefsiz silahıydı.
Bu çiviler İngilizler tarafından özel olarak imal edildi. Dört ayakları vardı. Nereye atarsanız atın üçayağının üzerinde dururdu. Dördüncü ayak her zaman batmaya hazırdı. Çivilerden biri her zaman dik dururdu. Uçları zehirliydi. Sadece zehirli değil, aynı zamanda kancalıydı. Battıktan sonra o zehirli çiviyi çıkarmak mümkün değildi. Çekerken ayağı parçalar ve zehir direk kana karışırdı. Battığı ayak mutlaka kangren olurdu. O bacakları kesmekten başka çare yoktu.
Savaş alanında o zehrin panzehirini bulmak imkânsızdı. En fazla yara ateşle dağlanırdı. O da olmasa bacak kurtarılabildiği yerden kesilirdi.
 İngilizler, 12 bin Mehmetçiğin ayaklarının kesilmesine sebep oldu! Bir o kadar da asker çivi batması sonucu kurtarılamadı. Şahadet şerbetini içti.
Bunları unutalım mı şimdi?  Dile getirmeyelim mi?
Ben sahte kardeşlik türküleri söylemekten bıktım!
Lanet olsun sizin savaş anlayışınıza!
Lanet olsun sizin insanlığınıza…
Akif, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” derken boşa mı diyordu?
Bu vatan kolay mı kazanıldı?
Herkes aklını başına alsın, yiğitçe savaşmasını bilmeyen milletlerin neler yapabileceğini kestirmek mümkün değildir.
Çanakkale Savaşlarının 101 yıl önce bittiğini sananlar her zaman yanılacaktır!

Allah, insana düşmanın da şereflisini nasip etsin… 18.03.2016 AHMET KAYTANCI