20 Mart 2016 Pazar

ŞEHİT MUHTEREM YAĞBASAN’IN ARDINDAN

ŞEHİT MUHTEREM YAĞBASAN’IN ARDINDAN
SUSMAK İSTİYORUM
                İçim sızlıyor vallahi. Kalemim donuyor. Yüreğim yanıyor. Defalarca oturuyorum bilgisayarımın başına… Defalarca yazı yazmak istiyorum. Şehidin ardından ne yazılır diye büyüklüğü karşısında boğulup kalıyorum. Bu kadar mı zormuş bir şehidin arkasından yazı yazmak. Bu kadar mı zormuş yüreğinin bir parçasını insanlarla paylaşmak. Şahadet şerbetini içen kişi çocukluğundan beri tanıdığınız bir kişi ise kalem dile gelir mi? Kalem susar. Yürek susar. Ama yazmak zorundasınız. Kelimelerinizin içinizdeki kopan fırtınaları anlatmaya yetersiz olduğunu bilseniz de yazmak zorundasınız.
                Gözlerinin önüne, minicik elleri ile ellerime sarılan, kara gözleri ile gözlerime bakan çocuk Muhterem YAĞBASAN geliyor. Sonra o çocuk büyüyor. Delikanlı oluyor. Zor şartlarda bir çocukluk ve gençlik dönemi geçiriyor.  Aile köyden gelmiş. Baba iki evli... Gecekondu bile denemeyecek bir evde hayatlarını sürdürüyor. Ve siz yıllarca her gün üç öğün o evin yanından geçiyorsunuz. Çocukların sokaklarda oynadıklarını görüyorsunuz. Okula gittiklerini, ellerinde bezden yapılmış çantalarla istikbale hazırlandıklarını görüyorsunuz.
                Lise yıllarında bıyıkları terlemeye başlamış, delikanlılık çağının en delisinde bile sizi gördüğünde düğmelerini ilikleyen, gözlerinize bakıp saygıda kusur etmeyen ve bir gün alnının teri, elinin tozu ellerinize sarılarak “Hocam ben uzman çavuşluğu kazandım. Tayinim Şırnak’a çıktı. Hakkını helal et” derken gözlerindeki mutluluğa şahit olmanızın ne anlama geldiğini bilir misiniz? Düğümleniyorum işte burada. Muhterem’i ben böyle yollamıştım. Giderken arkasından bakıp; “Allah esirgesin. Dağ gibi delikanlı…” Diye düşünmüştüm. Nereden bilecektim bir gün şahadet haberi ile beynimden vurulmuşa döneceğimi. “Gitme” der miydim acaba? Ellerine sarılıp, gözlerinden öpüp “Gitme” der miydim acaba?
Demezdim. Eminim demezdim. Öz oğlumun şehit olacağını bilsem, vatan için, bayrak için, Allah için kutsal bir göreve talip olduğunu görsem yine de “gitme” demezdim.
Kendimi hep Fatma Annenin yerine kodum. Hep onun gibi düşünmeye çalıştım. Onun oğlunun yerinde kendi oğlumu düşündüm. Ne büyük bir imtihan Ya Rabbi! Ben Fatma ana kadar metin olabilir miydim bilmiyorum.
Şahadet haberini duyup evine gittiğimde kalabalık arasında beni seçen Fatma ananın gözlerime bakarak “Hocam! Muhteremimi şehit verdik. Kınalı kuzumu şehit verdik hocam!” sözleri ile gözyaşlarıma engel olamadım. Bir ana feryat ediyordu karşımda. Kardeşi Fatih boynuma sarılıyordu. “Vatan sağ olsun hocam” diyordu. Abla Sultan ellerimi sıkı sıkı tutmuş, boncuk boncuk ağlıyordu.
Gelin de sizin yüreğiniz dayansın şimdi buna. Gelin de yazı yazın. Gelin de isyanlarınız tavan yapmasın. Gelin de gözyaşlarınıza engel olun. Gelin de içiniz kan ağlamasın. Gelin de “biz bu vatanı hala kurtaramadık mı?” diye düşünmeyin. Savaşsa savaşı bilme hakkımız yok mu? Biz her gün şehit cenazesi mi kaldıracağız. İki günde 10 şehit. Bu ne ya? Bu ne Allah aşkına?
Susmak istiyorum. Lütfen beni bağışlayın. Susmak istiyorum.

Şehidim Mekânın Cennet Olsun.

ŞEHİT MEHMET DOĞAN’IN ARDINDAN

ŞEHİT MEHMET DOĞAN’IN ARDINDAN
Hiç bu kadar sessiz olmamıştı Adana…
Tarihler 7 Ocak 2013’ü gösteriyordu. Gecenin karanlığında saatler 21.00 ‘i karşılarken Hakkâri ili Çukurca ilçesi Karataş Jandarma Sınır Karakolu’na tahmini 110 kişilik PKK terör örgütü canileri bir saldırı düzenledi. Kimimiz o saatlerde derin uykuda, kimimiz televizyon ekranlarında, kimimiz eğlence salonlarında, kimimiz de ayaklarımızı uzatmış sıcak sobalarımızın başında keyiften bir dakika çalıyorduk.
Kurşun sesleri gecenin karanlığını yardı. Gecenin kar beyazı sessizliğine inat, karanlık düşüncelerin ellerindeki silahlardan çıkan kahpe kurşunlar taze bedenler aradı. Mevsim kış, hava karanlık, kar diz boyu... Gençlerin gökyüzünde hilali seyredip, yıldızlara hayal kuracağı bir yaşta sıcak bedenler soğuk mermilerle tanıştı.  Kim bilir o saatlerde kana doymayan hain düşünceler yeni hangi planları kuruyordu. Bir de adına “KARDEŞLİK” demeleri yok mu? İşte en çok da adamı o yaralıyor. “Böyle kardeşlik mi olur?” diyesin geliyor. Kardeş kardeşin canına, malına, ırzına ihanet eder mi? Ne zaman bir kardeşlik türküsü dinlemeye başlayacak olsak, bir de bakmışız yüreğimizin orta yerine bir kahpe kurşun saplanıveriyor. Bir de “bu kan durdurulsun!” diye nutuk atanların ikiyüzlü yaklaşımları değil midir ki kardeşliğe en ağır darbeyi vuran?
Anlamıyorum. Beynimin zonkladığını hissediyorum. Yıllardır bin bir çabayla yazdığım Genco Çavuş hikâyelerinin efsununda kendi nefsimi sınav ederken ve o kahramanlığın ihtişamında kendi benliğimi bulurken; Televizyon ekranlarında seyrettiğim, ikiyüzlü canavarların, timsah gözyaşı döken neidüğü belirsiz kösele suratlı mahlûkların, suratsız suratlarına içimden geldiği gibi kusmak istiyorum.
Tarihler 9 Ocak 2013’ü gösterirken Adana Merkez Sabancı camiinde toplanan binler sukutu kendilerine rehber edindiler. Musalla taşında Al Bayrak’a sarılı tabutun içinde bir şehit vardı. Sanki Şehit Mehmet Doğan’a Akif yıllar önce sesleniyordu:
“Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.”
Başlar dik, diller suskun, yürekler kan ağlıyordu. Adana hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Ben dillerin susup, gözlerin bu denli konuştuğuna hiç şahit olmamıştım. Çok şehit cenazesi kaldırdım. Tabutuna sarılıp ağladıklarımda oldu, sağ yumruğumu havaya kaldırıp “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye haykırdığım da… Ya kabullen işlikti bu suskunluk, ya da öfkenin başlama noktasıydı.
Babam derdi ki; “ Ey oğul, sessiz atın tekmesi sert olur.”
Bir sessizlik hissediyorum. Fırtına öncesi sessizlik gibi bir şey…
Mehmet’imiz toprağa verilirken; bir iki hıçkırık sesi, imamın Kuran-ı Kerim okuması ve birkaç mermi sesinden başka bir ses duymadım.

Adana hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Ve bir de iliklere kurşun gibi soğuk işliyordu. Mehmet’im aguşunu açmış peygamberine kavuşurken. 11.1.2013/ADANA

OY DAĞLAR OY!

OY DAĞLAR OY!
Sosyal medyada bir hanım kardeşimiz, “Abi, 38 yaşındayım. 68 yaşında gibiyim… Ne deyim!”diye yazdı.
Dertliydi. Belki de derdini anlatacak bir insan arıyordu.
Sosyal medyada özel mesajlara uzun cevaplar verme alışkanlığım hiç olmadı. Nedense sosyal medyada uzun uzun sohbet etmeyi hiç sevemedim. Eksiklikse bu benim eksikliğimdir. Aslında kimsenin cümlesi yarım kalsın istemem.  Ancak, karşımdaki bir hayale konuşmak da hiç içime sinmiyor. Onun için de kısa kesiyorum.  Bu kardeşime de bir iki kısa cümle ile cevap verdim. Belki de kısa cevaplar verdiğim için bana gönül koymuştur.
 Hakkını helal etsin!
Hanım kardeşimizin yazdığı cümleler beni derinden etkiledi. Allah kısmet ederse bir gün kendisini uzun uzadıya dinlemek isterim. Zaten bu isteğimi de kendisine yazdım. Ne zaman olur, onu da Allah bilir! O kadar çok ertelediklerimiz var ki, ihmal sanki ayaklarımıza takılmış birer pranga gibidir.  Engel olur da, olur işte…
Neyse!
Kardeşimizi tanımıyorum. Eminim ki kendisi de beni hiç görmemiştir. Öyle anlaşılıyor ki, yazdığım yazıları okuyor, okudukça beni kendisine yakın buluyordu.
Bir öğrencim şehit olmuştu. Ben de öğrencim ile ilgili bir yazı yazmıştım. Her şehit haberinde benim zaten yüreğim kanar. Duygularımı içime gömmeye çalışırım. Ama bazen öyle olur ki yüreğim kabardıkça kabarır. Hatta taşar… Öyle anlardan bir andı. Kendi bölgemdeki şehitlerle ilgili küçük bir çalışma yapıyordum. Dalgınlıkla bir şehidimizin fotoğrafını iki defa kullanmış ve sosyal medyada yayınlamıştım.
Hanım kardeşimiz bu hatamı görmüş ve beni uyardı. Onun uyarısı ile ben de hatamı gördüm. Hemen düzelttim. Kendisine de uyarısından dolayı teşekkür ettim.
Kendisi;
“Önemli değil abi, sonuçta hepsi bizim kardeşimiz!”dedi.
Ve arkasından hem kardeşinin hem de nişanlısının şehit olduklarını yazdı!
İçim “cız” etti bir anda!
Dile kolay, kardeşini ve nişanlısını toprağa verdi demek. Ama yüreğe kolay mı?
İnsanın bağrına bir hançer saplanıyor. Ne kelimelerin anlamı kalıyor, ne de cümlelerin… Ama anlatmak zorunda kalıyorsunuz işte! Duyguları anlatamasak da olayı anlatıyoruz işte…
1987 yılında kardeşi Şırnak’ta askerlik görevini yaparken terör örgütü ile karşılıklı çatışmaya girmişler. Bir kahpe kurşunun kahramanca hedefi olmuş. Böldürmemek için bu vatanı şehit olmuş.   Henüz yirmi bir yaşındaymış. Şehit ateşi evlerine düştüğünde kendisi genç kızlığa yeni adım atıyormuş. Kardeş acısı yüreğini bir köz gibi kavurmuş. Ne çocukluğunun ne de gençliğinin anlamını kavramadan komşu köyün delikanlılarından biri ile nişanlanmış! Nişanlısı ile düğün yapmadan nikâh yapmışlar. Ancak bir türlü evlenememişler. Nişanlısı Uzman Çavuş olmuş. Terör bölgesine Hakkâri’ye Uzman Çavuş olarak göreve gitmiş. Evlilik hayalleri uzadıkça uzamış.
Günlerden bir gün nişanlısı izne gelmiş. İzni bitip gitmeden önce yakınlarına:
“Gidip de gelmemek var. Şehit olursam benim cenazemi kaynımın yanına gömün!”demiş.
Sanki şahadeti içine doğmuş. O da Hakkâri ili, Çukurca ilçesi, Dersinki mevkiinde araziye gömülen bir mayının patlaması sonucu şahadet mertebesine ulaşmış. Onu da getirmişler! Kaynının yanına koyun koyuna defnetmişler.
Daha doğrusu ettiler. Gözler yaşlıydı. Feryatlar yürekleri dağlıyordu. Yeni ateş eski ateşi de alevlendiriyordu. İki yiğit vatan toprağında yan yana yatıyordu. Biri yirmi birinde, diğeri yirmi yedi yaşında… On yıl ara ile komşu köyün iki delikanlısı bir kabirde koyun koyuna yatıyorlardı artık.
Kim bilir, belki de kavli karar etmişlerdi. Belki de bir gün kaynı olacağını bile bilmediği gencin kabrine elleri ile toprak atmıştı.
Hanım kardeşimiz önce kardeşini, sonra nikâhlandıkları halde bir türlü düğünlerini yapamadıkları nişanlısı ile birlikte yüreğini kara toprağa gömmüş.
Yüreğinin yarısını Şırnak’ta, diğer yarısını Hakkâri’de bırakan kardeşimizin acısını hangi kelime anlatabilir ki?
“Abi, 38 yaşındayım. 68 yaşında gibiyim… Ne deyim!” derken kim bilir içinde hangi ateşler yanıyordu?
Ona, “kardeşim, nişanlın toprağa verilirken ben de onun kabri başında gözyaşları döküyordum! Kabrine iki kürek toprak atmak bana da nasip oldu!” bile diyemedim.
Terör, sadece öldürdüklerini öldürmüyor! Herkesi öldürüyor. Kimi toprağın altında, kimi de üzerinde ölmeden önce ölüyorlar. Nice Ayşeler, Fatmalar, Zübeydeler gençliğini yaşamadan yaşlılığı kabulleniyorlar. Gencecik delikanlılar yavuklusunun bağrına başını yaslayacağı günü hayal ederken toprağın bağrına yatıyorlar.
Genç kızlar; kardeşlerine, nişanlılarına, nikâhlılarına sarılmadan dağlara doğru ağıtlar söylüyorlar!
Anneler, babalar yüreklerini toprağa gömüyorlar!
Peki, ne için?
Hepsi; vatan bölünmesin, bayrak inmesin, ezan dinmesin için değil mi?
Ne diyeceğimizi bilemiyoruz. “Kader” desek kader mi? Öfkemizi kussak günah mı olur? İsyan mı etsek, ağıt mı yaksak! Bilemiyoruz… Şaşırdık kaldık! Bu devrin romanını yazacak yazarların işi çok zor! Kahraman kim, hain kim, gafil kim? Kim hangi safta duruyor?
Emin olun bilemiyoruz! Her şey birbirine karıştı.
Binlerce vatan evladını toprağa verdik. Vermeye de devam ediyoruz. Canlı bombalar toplu katliam yapmaya başladılar. Acılar katlandıkça katlanıyor.
Dilimizin ucuna bir yığın kelime geliyor. Yüreğimiz acıdıkça acıyor.
Susak olmuyor, konuşsak olmuyor…
Çareyi susmakta buluyoruz!
Oy dağlar oy!!!!
İsmini bile yazamıyoruz acı çeken yüreklerin. Memleketini bile söylemek ağır geliyor. Çünkü o kadar çok ki birbirine benzeyen hikâyeler… Hikâye geride kaldı artık. Roman bile az geliyor…
Ne diyelim kardeşim! Sen bizden daha iyi teşhis koymuşsun.
“Sonuçta hepsi bizim kardeşimiz!”
Her yüreğin ayrı bir sancısı, her ateşin ayrı bir dumanı vardır. Birbirlerine benzerler ama her şahadetin ayrı bir hikâyesi vardır. Konuşmaya görsün bir kere Anadolu… Şehitlerini bağrına basmayan vatan toprağı mı kaldı?
Kelimelerimiz aciz kalıyor kardeşim. Bizi bağışla…
Rabbim sabrını versin.
Şehitlerimizin mekânı cennet olsun!
Oy dağlar oy!!!!
19.03.2016
AHMET KAYTANCI

19 Mart 2016 Cumartesi

UYAN TÜRK MİLLETİ!

UYAN TÜRK MİLLETİ!

Yarın 24 Nisan…
Uyan Türk Milleti… Uyan!!!
Yarın meydanlara inecekler…
Seni kandırmak için çağın en güçlü silahlarını kullanacaklar.
Gafletinden, bilgisizliğinden, nemelazımlığından, hoşgöründen faydalanacaklar.
Gözlerine baka baka sana yalan söylediler. Söylüyorlar, söyleyecekler… Hem de asrın en büyük yalanını…
“Ermeni soykırımı” bir yalandır.
Yarın iyi bak! Ellerde taşınan fotoğrafları, pankartları iyi oku!
İşte bu adamın yarın fotoğraflarını taşıyacaklar. Onu, sana masum bir tıp doktoru diye tanıtacaklar.
Bugün eli kanlı katil Abdullah Öcalan’ı ne kadar masum görüyorsan işte o da o kadar masumdur!
Kimdir bu adam?
Asıl adı: Hamparsum Boyacıyan…
Kod adı: Şeyh Murad!
Doğum yeri: Hacın/Saimbeyli
Mesleği: Doktor
İşi: Ermeni Terör Örgütü Lideri!
Sason isyanlarını o düzenledi. Binlerce masum insanın ölümüne sebep oldu.
Kendisini Şeyh Murat olarak tanıtarak “Din elden gidiyor” diye Kürtleri Osmanlı Devletine karşı kışkırttı. Bu tuzağa düşmeyen Kürt çocuklarını öldürdü!
Üzerinde taşıdığı o mermilerle vatan evlatlarını hiç çekinmeden öldüren bu katil mahkemelerde yargılandı. Binlerce insanın ölümünden suçlu bulundu. İdam cezasına çarptırıldı. Kayseri’de idam edildi.
Uyan Türk Milleti!
Artık anla… Seni kandırıyorlar. Eli kanlı katilleri sana “masum” diye yutturuyorlar.
Şurasını hiç unutma!
Hamparsum Boyacıyan’ın bizat öldürdüğü insanlardan birisi belki de senin kanını taşıyordu!
Dedendi, ebendi, amcandı, halandı, dayındı…
Uyan Türk Milleti!
Boz bu oyunu!
Boz ki, yarın “EYVAH!!!” demeyesin!
Bir o değil. Onun Ağabeyi Mardiros da en az onun kadar suçludur!
Kod adı“JİRARY” olan Mardiros, Hacın Katolik Kilisesi’nin papazı Hacın/Saimbeyli’de yüzlerce vatan evladının ölümünden birinci derece sorumludur.
Öğren, öğret…
Yarın çok geç oldu demeyesin!!!
Aynı zihniyet senin cennet vatanına göz dikiyor…
Haberin olsun! Haberin olsun! Haberin olsun!
23 NİSAN 2015
AHMET KAYTANCI

BİR YİĞİDİ DAHA TOPRAĞA VERDİK.

BİR YİĞİDİ DAHA TOPRAĞA VERDİK.
Hava soğuktu. Yürekler yangın yeri, diller suskundu. Bu kaçıncı gençtir, teröre kurban verdiğimiz? Her defasında bir yerlerimiz eksiliyor. Her defasında yenilmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Başkalarını bilmem ama ben her defasında şakağımdan vurulmuş gibiyim.
Kızamıyorum da artık, Yazamıyorum da… Neye kızacağımı da bilmiyorum, ne yazacağımı da... Kelimeler düğümleniyor boğazımda… Dilimin ucuna kadar gelen sözleri yutmaktan yoruldum.
Sussam olmuyor, konuşsam hiç olmuyor!
Ülkemin gençliği gidiyor! Hayatının baharında, zamanın en zamansız zamanında, arkasında yüzlerce insanı gözleri yaşlı bırakarak şahadete koşuyorlar gençler…
Her defasında “inşallah bu son olur,” diye Allah’a dua ediyorum.
Olmuyor işte, ne yapayım olmuyor!
Bir yerde bir eksiklik var!
Basiretler mi bağlandı. Akıllar mı durdu. Çaresiz miyiz?
Bilmiyorum. Yemin ederim bilmiyorum! Ya da bilmek istemiyorum. Belki de bildiklerimi paylaşırsam kıyametler kopar diye korkuyorum.
Bir yiğidi daha toprağa verdik!
Ellerimizde bayraklar, dilimizde tekbirlerle uğurladık.
Hepsi bir ideal uğruna şehit olmadılar mı?
Hepsi birer ana kuzusu değil mi?
Ezan susmasın, bayrak inmesin, vatan bölünmesin…
Hava soğuktu! Ellerimiz üşümüş, yanaklarımız ıslanmıştı. Ama yüreğimiz yanıyordu.
Gencecik bir yiğidi daha toprağa verdik!
Daha yaşı ne ki?
Hayalleri yok mu onların? Umutları yarım kalmadı mı?
Onlar birer çiçek gibi açmışlardı gönül bahçemizde… Birer birer soldular. Zamansız girdiler kara toprağa...
Kimini çocukken tanıdık, kimini de şahadetiyle… Hepsine yüreğimiz yanıyor!
Hele bir de onun çocukluğunu biliyorsanız, bu defa sizdeki ateş alev oluyor! Kavruyor yürekleri!
Bir yiğidi daha toprağa verdik!
Adı, Sadık Özkan!
Daha 25 yaşında!
Bir köy çocuğuydu o! Okumak uğruna anasının kucağını, babasının ocağını bırakmak zorunda kaldığı, Saimbeyli Lisesi’nde yatılı olarak okuduğu yıllardan hayal meyal hatırlıyorum onu!
“İslam” adına savaştıklarını söyleyen, kahpe çocuklarının, insanlıktan nasiplenmemiş düşüncelerinin patlattıkları bombalar onu bizden aldı.
Şahadet yeri Diyarbakır’dı!
Benim vatanımın bir parçası…
Tufanbeyli’nin Ortaköy Köyü’ndeydik. Rüzgâr yüzümüzü yalıyordu. Ellerimizde bayraklar, dillerimizde tekbir vardı. Öfkemiz sukuta dönüşmüştü. Ve biz bir yiğidi daha toprağa verdik!
Sadıktı!
Adı gibi sadıktı! Vatanına sadıktı. Milletine sadıktı. Devletine, anasına, babasına, köyüne, toprağına, bayrağına sadıktı!
Ben, iki damla gözyaşı dökebildim ancak! Her yere asılmış bayraklara bakabildim ancak!
Ne olacak, Allah aşkına bu işin sonu ne olacak?
Bir yiğidi daha toprağa verdik!
Bir yiğidi daha toprağa verdik!
27.10.2015/SALI
AHMET KAYTANCI

YÜREĞİMİZİ TOPRAĞA GÖMDÜK!

YÜREĞİMİZİ TOPRAĞA GÖMDÜK!
Suçlu hissediyorum kendimi! Tepeden tırnağa suçlu… Bunalıyorum, kahroluyorum… Susuyorum olmuyor. Ağlıyorum olmuyor. İsyana kapı aralamamak için yüreğime bastırıyorum. Öyle anlar geliyor ki bacaklarım bedenimi taşımıyor. Yıkılıp, eriyip yok olmak istiyorum.
Olmuyor, olmuyor, olmuyor…
Yakışmaz diyorum! Acizlik bize yakışmaz! Başımızı dik tutmalıyız, gözyaşlarımızı saklamalıyız! Ama bizim gizlimiz olmaz ki… İçimizdeki yangının dumanını herkes görür! Közümüz de külümüz de eşkeredir!
Dün bir evladımızı toprağa verdik! Ölümün ona yakışmadığı bir yaşta binlerce kişinin tekbir sesleri arasında şehitler kervanına onu da ekledik…
Herkes ona “Şehit Jandarma Komando Uzman Çavuş Ali ÇAKAR” dedi.
Ben ne demeliyim, nasıl demeliyim bilemiyorum!
Siz benim yerimde olsanız ne dersiniz?
Ben onu daha 6-7 yaşlarından bir çocukken tanıdım. Adım adım, gün gün büyümesini izledim. Ben ona hep “Cin Ali” dedim. Ali’m dedim.
O şimdi Şehit Ali oldu!

Ben, öğretmen olmanın ağırlığını bugün dördüncü defa yaşadım. Ali’nin şahadeti çok ağır geldi! Daha önce elimde büyüyen üç yiğidi daha teröre kurban vermiştim. Ufuk Çınar, Muhterem Yağbasan, kirvesi olduğum Selçuk Can ve nihayet Ali Çakar…
Hepsi yüreğimde ayrı bir yara açtı.
Biliyorum, ülkemizde binlerce şehit verildi. Hepsinin acısı dayanılacak gibi değil. Ama öyle bir gerçek var ki, elini tuttuğunuz, gözüne baktığınız, saçını okşadığınız birinin bayrağa sarılı bedenini görmenizin verdiği acı hepsini bastırıyor. Benimki de işte öyle bir insani duygu… Dün Ali’min Türk Bayrağına sarılı tabutuna dokunduğumda dayanılmaz acılar çektim! Olamaz ya, olmamalı böyle… Ali daha ne ki! Hayatının daha baharında o çocuk. Daha o “Cin Ali” olmaktan ne zaman kurtuldu ki bir kahbenin kahbe kurşununa siper olsun! Kabullenemiyorum işte! Ah bir kabul edebilsem, işte o zaman ne içimde isyan, ne gözlerimde yaş, ne de dilimden dökülen öfke kalacak!
Olmuyor, olmuyor, olmuyor…
Çırpındıkça batıyorum. Baktıkça Ali’nin resmine acizleşiyorum. Ne gözlerimdeki yaşa engel olabiliyorum, ne de yüreğimdeki yangına…
Ben öğretmenim, binlerce Ali yetiştirdim. Urfa’da da benim Alilerim var! Onların hepsi de benim ciğerimin bir parçası. Adana Saimbeyli’deki Ali Çakar neyse, Urfa Birecik’teki Ali Korkmaz ondan farklı mı? O da benim yüreğim! İnsanın yüreğini ikiye bölmek kolay mı? Yürek kanar be, yürek bölünür mü? İşte ondan dayanamıyorum!
Ben Saimbeyli’deki Ali’ye ne demişsem Urfa’daki Ali’ye de aynı şeyi söyledim! Urfa’daki Ali’m her bayram beni arar, ellerimden öper… Bir Ali’mi ki, hepsi arar… Allah şahidimdir ki, dün Ali’min tabutu başındayken yine Urfa’dan telefonla arandım. Benim acım onların da yüreğini yakıyordu! Yeter artık! Diyorum ya, bir öğretmen olarak yeter! Yeter! Yeter! Ali’ler ölmesin! Bitirin şu kardeş kavgası. Temizleyin içimizdeki mikropları…
Dedim ya, Ali küçük yaşta elimizde büyüdü. Onun yaramazlıklarını da gördük, uslu bir çocuk olduğunu da… Şimdi ne yazsam hep yalan olur. Onun hakkındaki hükmü rabbim verdi. O mertebelerin en büyüğüne, şehitlik makamına oturdu. Ondan geriye bize bir hoş seda kaldı. Bir de Ali’nin bana sosyal medyada özel mesaj olarak yazdıkları… Ben de onu sizlerle paylaşıyorum.
Mekânın cennet olsun yiğidim. Sen rahat ol. Biz yüreğimizi toprağa gömdük. Adına “Şehit Ali” dedik!

DURUŞUNUZ YETER


DURUŞUNUZ YETER
Bir duruşu olmalı insanın; ne, zamana göre değişmeli, ne de makama…
Eğriye eğri, doğruya doğru demeli.
Şu üç günlük dünyada; günü kurtarmak yerine, geleceğe damgasını vurmalı!
Kaderde ne varsa, o olur zaten. Onu asla değiştiremezsiniz.
Riyakârlığa, sahtekârlığa, hasiyetsizliğe, şerefsizliğe ve kıvırmaya hiç gerek yok!
Ömür kısacıktır. Ha bu gün, ha yarın… Bir gün eksik, beş gün fazla…
Ne fark eder?
Her şeyi bir gün Münker ile Nekir soracaktır. O zaman kaçacak yer, sizi koruyacak bir kul da bulamazsınız!
En iyisi; gece başınızı yastığa koyduğunuzda huzur içerisinde uyuyabilmek, hayat hikâyelerinizi çocuklarınıza anlatırken onların gözlerine korkusuzca bakabilmektir!
Her şey geçer. Makam, mevki, şan şöhret, para pul… Hafızalarda sadece sizin duruşunuz kalır.
Zor günlerde gösterdiğiniz direnciniz, sizin ayarınızdır. Ayarı bozuklar, er veya geç fark edilir!
Çile çekebilirsiniz, üzülür, incinir, kırılabilirsiniz…
Çilesine talip olmadığınız hiçbir dava kutsal değildir.
Sizin mutlaka bir kutsalınız olmalıdır.
Yani bir duruşunuz!
Bu akşam duruşu olanlarla birlikteydim. Emekleri hiçe sayılmış, bir saniyede kalemi kırılmış müdürlerle…
Ne yalan söyleyeyim, çok huzurluydum. İyi ki benim ülkemde böyle net duruşu olan insanlar var. Eğilmeyen, bükülmeyen ve hiçbir ahlâksız teklife pazarlanmayan…
Her şerde bir hayır vardır! Yüreklerde merhametin, icraatta adaletin, duruşta asaletin yitirildiği bir dönemde; dışı kalaylı bakırlar, özü sağlam altınlar tanıdım.
Üç beş günlük saltanat için; saf değiştirenler, gerdan kıranlar, bel bükenler gördüm.
Her zaman olduğu gibi çirkinler yine çirkin, güzeller yine güzeldi.
Siz var olun güzel insanlar.
Dik duruşunuz her şeye değer.
Şundan emin olunuz ki, tarih sizleri dik duruşunuzla yazacaktır!
Başta, Adana Türk Eğitim Sen Bir Nolu Şube Başkanı Sayın Selahattin Dolgun ve değerli ekibine, her türlü haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe ve ahlâksızlığa rağmen duruşundan zerre miktar taviz vermeyen, görevinden azledilmiş müdür arkadaşlarıma şükranlarımla…
İyi ki varsınız!
Duruşunuz yeter…
AHMET KAYTANCI